2 Şubat 2012 Perşembe

memur çocuğu olmak #3

Dışarı çıktık, yerlerde kum var. Şu anda nedenini hatırlayamadığım bir nedenden dolayı kumla haşır neşiriz. Ürgüp'de bahçesinde ağaç olmayan bir okuldayız, ilk günlerim ve daha 7 yaşındayım. Yerdeki kumlara elimi sokup parmaklarımın arasından kaymasına romantik gibi şaşıran bir çocuk değildim ne yazık ki. Hayvan gibi, görmemiş gibi dalıyorum kuma. Etrafımdaki sınıf arkadaşlarımı "daha dün bir bugün iki" demeden kum atma oyunu için ikna etmeye çalışıyorum. Tam ilk hamleyi yaparsam gerisi gelir diye düşünerek yere oturup önüme kum yığıyordum ki, tepemdeki bir gölge "merhaba" dedi. Sonrasını bir film sahnesi gibi hatırlıyorum. Güneşten dolayı gözlerimi kısmış, her tarafı kumla kaplı çekik gözlü fil yavrusu misali kafamı kaldırıyorum. Sarışın, mavi gözlü, maalesef amerikan tıraşlı (90lar) bir çocuk bana gülümsüyor. Ve ben ellerimin arasındaki kumların yavaşça ona doğru kaydığı o sonbahar ilk defa aşık oluyorum.

İlkokulu farklı, ortaokulu farklı, liseyi farklı memleketlerde geçirerek iç anadolu-karadeniz-ege bölgelerini patates, hamsi ve zebze yiyerek öğrendim. Ürgüp'te yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise belimize kadar karla geçiyordu. Annemle babamın tayini çıktığı zaman 4 yaşındaydım ve elin memleketinde beni emanet edecekleri kimse olmadığı için hemen anaokuluna yazdırdılar. Yanında kız lisesi olan bu anaokuluna boyum kadar taştan basamakları olan dik bir sokak merdivenini tırmanarak çıkabiliyorduk. Bazen anam babam arabadan inmez oradan geçen liseli bir kıza elimi emanet edip bay bay yaparlardı. Hem arkama bakıp hem kocaman merdivenleri çıkamadığım için ya düşme tehlikesi geçirir, ya da kulağımda sesleri yankılanırken arkama dönmeyerek kendimce onlara ceza verirdim. Çünkü beni elin kızına emanet etmeleri arada gücüme gidiyordu ama çok da dert etmiyordum. Benim zamanımda öyle ete boka hassas olup travma geçirmek moda değildi. Eşşek gibi terliği kıça yiye yiye büyünürdü zira merdivenler bitip içeri girdiğimde anamı babamı çoktan unutan kayıtsız gibi bir şey oluyordum hemen. 2 yıl anaokulundan sonra bir sene annemin okulundaki ana sınıfına başladım. Resmen öğretmen çocuğuydum artık. Saçımın arkasında kuyruğumla (90lar) maalesef kendimi havalı hissediyordum. Öğlenleri öğretmenler odasında takılmalar, kendi öğretmenimin orguyla oynamalar, bunların hepsi beni ilkokula hazırlayan güzel deneyimlerdi. Zira okulun ilk günü babasını sınıftan kovan tek çocuktum galiba. Benim alanıma girmiş gibiydi ve evet o yaştan alan kavgası yapan fil gibi kayıtsız çekik gözlü iri bir kızdım ben!

Sınıf birincisiyim, sınıf başkanıyım, kızılay kolu başkanıyım, okulda lakabım "abla" ama gel gör ki şişmanım. Kimine göre fil kimine göre ayı, anneme göre güzel, ablama göre komik..Benim ise tek önem verdiğim onun beni nasıl gördüğü idi. 5 yıl boyunca onu sevdim, onu düşündüm, onu (ve bazen de Burak Kut'u(90lar)) hayal ettim. Sıralardan ittim, oyun oynadiım, elini tuttum, tokat attım, doğum gününe gittim, futbol oynadım, şiir yazdım, kıskandım, gözlerine baktım, kavga ettim, küstüm, barıştım, sarıldım ve bir gün 5. sınıftayken benden hoşlandığını öğrendim(Hobaaaaaaaaaa). Yazın bana çıkma teklif etmeyi düşünüyormuş(Hobaaaaaaaaaa). Ben bir kuğuyum artık, onu gördüğüm ilk günkü gibi elimin arasındaki erimiş kalbimi suratına fırlatmak, yıllardır içimde tuttuğum aşkımı haykırmak istiyorum. Yaz tatilinin ilk okulun son günü, karne aldık okulun önünde, dağılıyoruz. Ben yarın memlekete gidiyorum her yaz gibi ama sorun değil. Gözüm onu arıyor ve bir arkadaşı ile konuşarak bahçenin diğer tarafına yürüdüğünü görüyorum. Birden nedense aynı taraftan babamın da geldiğini de görüyorum. Beni almaya gelmiş işimiz varmış. Gidiyoruz. Meğer babamın tayini çıkmış. Ablamla ben memleketteyken annemle babam evi taşıyor. Ve ben o yaz bu durumu duyan en son kişi oluyorum. Arkadaşlarımla vedalaşamadan, sevdiğimin beni sevdiğini duyamadan, bilmediğim bir şehrin kimseyi tanımadığım ilçesinden birine giden yolda arabanın camından dışarı bakıyorum. Travma o zaman moda değil, bir sonraki aşkıma kadar kayıtsız gibi büyüyorum.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Eşşek gözlerim vs Facebook

Şu günlerde nereye gitsem, hangi sokaktan geçsem, hangi kafeye otursam, hangi en olmadık büfecide ekmek arası dürüm yesem hep aynı manzara, fotoğraf çekilen insanlar. Bunda ne kötülük var diye düşünmek istedim önce, sen fotojenik değilsin diye gülümseyebilen insanlara çemkirmeye hakkın yok eşşek sıpası dedim ama kazın ayağı öyle değil işte. Fotoğraf çekilen her insanın gözlerinde bunu ölümsüzleşen bir anı olarak saklamak değilde bir an önce facebook'ta paylaşmak isteyen o deli ışıltıyı görüyorum. O deli ışıltı beni korkutuyor işte. Çünkü ben o ışıltıyı hayal aleminde oradan oraya vurup sonra da sanki dramatik bir film sahnesinde önemli bir sahneyi oynuyormuşçasına aynada gözlerimin içine baktığım zaman görüyorum. Ben o ışıltıyı aslında yaşamadığım bir anı yaşadığımı hayal ederken görüyorum. Ne mutlu bana ki hayal aleminde dünyanın en güzel, en zeki, en iyi , en zengin, en en en kadını ben dahi olsam asla gerçek hayatta hissettiğim "yaşıyorum, aman tanrım yaşıyoruum" duygusundan vazgeçmedim. Yaşamak öyle ya da böyle olduğun gibiyken ve nasıl değişeceğini bilemediğin için güzel. İnsanlar artık deliler gibi eğlenmeseler de bunu yansıtan fotoğraflarını başka insanlara göstererek kendilerine yaşamadıkları bir dünya kuruyorlar ve gitgide bu dünya onların habitatları olmaya başlıyor. Hatta sanki Facebook her defasında gerçek dünyadan daha fazla bakire duyguyu kurban eden ve milyonlarca müridi olan bir tanrı. Sosyal medya aldı başını gitti bunu zaten görüyoruz ki bu konuda hiç bir sıkıntım yok, ben sadece gerçek hayatın içinde gözlerinde o ışıltıyla yaşayan mutsuz insanların facebook'taki mutlu halleriyle yarışarak, neden birbirlerinden daha mutlu olmaya çalışıyorlar onu anlamıyorum. En mutlu olan, en çılgın yaşayan cennete mi gidiyor? Ben kahve kokusunun sardığı ortamda, fonda güzel bir müzik mırıldanırken süper hoş bir sohbetin ortasında gözlerine baktığım kişinin telefonunda facebookuna bakmasını hala sindiremiyorum azizim. Tamam belki orası bir kebapçıydı, tamam belki acılı adanın üstüne künefe bekliyorduk ve müzikte berbattı ama ortada bir gerçek varsa o da benim kocaman endilşeli, eşşek gözlerimdi ve bugün yenildi.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Bence hayat gelmesin abi

Bu bloga başladığım zaman herkes gibi nacizane mal bir üniversite öğrencisiydim efendim. Hani hayatın bir türlü seni çekemediği çocukluk yıllarından sonra, küskün ergenliğini lisede geçirirsin ve sonra hayat sana burası kastı artık gel başka yere geçelim der ama o yer tam olarak neresi tarif etmez ve sen de adres sormak insanlık iç güdülerime hakarettir düsturu ile 2. vitese takıp "1. dönemin harcı peşin + kaparo" üniversitelerinin birinde "yaşadığım ülkede geçerli bir meslek okumalıyım" bölümlerinden birine girersin. Orada senin gibi hayat tarafından ekilmiş bir grup insanla hayata küfrede küfrede kafelere gidersin, dersi kırarsın, bira içersin. Yıllar geçtikçe o insanlara bir şeyler olur, herkes sonunda hayatla deliler gibi sevişecekmiş gibi büyümenin derdine düşer. Büyümek çocukken izin verilmeyen şeyleri yapabilmek iken, gençliğinde insanların gösterdiği kapılardan geçmek, başarı basamaklarını tırmanmak, takım elbise giyip fön çektirmektir artık. İşsizlik diye adlandırılan pezevengin orospusu olmuşsundur. Girersin sen de o sınavlara, bir sene önce hayatta işim olmaz dediğin bankanın cevap kağıdına dalmıştır gözün, yanında eşantiyon anahtarlığın, nasıl düştüm ben bu yola dersin. İş arama sitelerinden, cv'lerden bahseder herkes. Hangi sınav hangi tarihte, başvurusu ne zaman, mülakatı ne zaman gibi soruların cevabını barındıran" sınav guide" arkadaşların arar haftada bir seni. Herkes çok heveslidir topuklu ayakkabı ile mermer yerlerde yürümeye, slim fit ceketler içinde incecik kıravatlar takmaya. Hayat herkesi arayıp nerede olduğunu söylemişte özellikle senin gelmeni istememiş gibi boktan bir psikolojiye girersin. Daha ne kadar dibi görebilirim derken sevgilin aldatır seni. Kaldın mı tek başına, kaldın.
Şimdi git bi iki elini yüzünü yıka, otur, sevdiğin çizgi filmi aç gecenin bir yarısı, abur cubur ye, sonra yat. Sabah kalktığında şunu bil, sen aslında büyüdün sadece bunu göstermek için değişmene gerek yok. Sen yemene izin verilen o tek çeşit şekerlemeyi elinin tersi ile iten yürekli bir çocuksun. Sen şekerleme kabına uzanabilmek için büyüdüğünü bilen ve şimdi kimsenin sana çocuk muamelesi yapmasına tahammülü olmayan olgun bir yetişkinsin.

İşte bu yüzden bil ki, hayat seni ekmedi canım benim, o seni sadece çekemedi.

10 Ocak 2012 Salı

Hey! Ben geldim..

Merhaba sevgili eşşek sıpasını bir şekilde takip etmiş olup sonra ondan 2 yıl boyunca haber alamayan güruh! Naber? Öyle yüzsüzüm öyle yüzsüzüm ki hiç özür ayaklarına girmeden açık açık söyleyeceğimi söyleyeyim; hayatımın, gayemin peşine düştüm arkadaşım, bu hayatta ne yapmak istiyorum sorusunun cevabının peşine düştüm. Hayatım boyunca benden kaçtı bu cevap ama ben onu takip etmekten yıldım mı, tabi ki hayır. Gece gündüz aklıma sıçtı ben sifonu çektim mi, hayır. Mal gibi sokaklarda dolaşıp insanların gayeli gayesiz mutlu mesut dolaşmalarını seyrettirdi ben emekli bankında yer edindim mi, hayır. Eğer bu satırları okurken aklından " uzatma lan neymiş cevap neye benziyormuş?" diye düşüneniniz varsa ona söyleyeceğim şey şudur; görsen tanırsın abi.

Ne oldu? Olmadı mı? O zaman şunu al, ben bulana kadar anam ağladı sen iki dakikada neyi nerede öğrenmek istiyorsun göt, olur. Ha bunu ben derim, ama ikinci alternatifte derim.

Yakında değişen formatım, yaşantım ve blogum ile yeniden aranızda anırıyor olacağım canlar.

Kendinize cici bakın.


4 Ekim 2009 Pazar

Dönücem..sadece bekliyorum

ne olduğunu bilmediğim birşey bekliyorum..tekrar yazmak için..doluyorum,istiyorum ama elim varmıyor işte..bişey olucak..ve ben o şeyin beklediğim şey olduğunu anlıycam...böle hissediyorum

29 Temmuz 2009 Çarşamba

turkcell 3G deki adam


reklamın iticiliğinden yada pazarlama rezaletinden, sadece akılda kalıcı gıcık bir 4 lükle evlere şenlik bir teknolojiyi satmaya çalışmalarından falan bahsetmiycem...bu sefer değil...

madem merak güzel şey merak ediyorum ve soruyorum..

hidayetin duvara yaslandığı sahnede, alttan geçen adamı herkes fark etti mi?

o adamın yüzünde ki "napıyorum ki ben" mesajlı yarı dehşet ifadeyi...yüzü ekrana dönük yan yan yengeç yürüyüşünü...çok kısa bir an görünüyor...gerçekten çok merak ediyorum bu sorunun cevabını..

eğer yanıtlarınız sen söyleyene kadar fark etmedikse, ben kendimden korkmaya başlıycam...zira film izlediğimde yada başka zamanlarda da oluyor bu...böle bir algıda seçiciliğe sahip olmak için ne kadar boktan bir hayat yaşayabilirim ki...ben o adamı farketmek için ne yaptım tanrım bu hayatta...


29 Haziran 2009 Pazartesi

memur çocuğu olmak #2

ÖNSÖZ:
"vay anam yazıda amma uzunmuş, okumaya üşeniyorum yeminle.." zihniyetiyle okumayan okuyucuya burdan yazıklar olsun diyorum...iş yerindeyiz demedik, yazdık...azcık emeğe saygı...yorumda yazalım....sevindirelim yazarımızı :)

"öhöö..öhööö..öhö.."
öksürme eylemi isterik bir hal almaya başlamıştı...Ürgüp'de kiralık evlerden birinin salonunda yere oturmuş dört küçük kız, parmaklarından daha uzun olan parlamentleri, o zamanın parlament sinema kuşağında izledikleri dişi karakterler gibi tutmaya özen gösteriyorlardı..
orta parmala işaret parmağı arasındaki sigaranın yere doğru eğik mi, yoksa yere tam paralelel mi,ya da yukarı doğru hafif açılı mı tutmaları gerektiğini tam olarak bilmeselerde, sigara içmenin nasıl bir duygu olduğunu bilmek kendilerini yeterince büyük hissettiriyordu...bu kadar bernat bişey olduğunu tahmin ettiğini düşündü ev sahibi kız...babası içmesin diye sakladığı sigaraları, öğle arasında evde sınıf arkadaşlarıyla içmekten dolayı zerre endişe duymuyordu..kendine göre haklı bir nedeni ve karşı konulamaz bir merakı vardı..


okula çok yakın bir yerde kiralık evleri vardı...anne ilçenin uzak bir kasabasının okul binasında çocukları eğitiyordu, baba emniyet binasında insanları koruyordu...ilkokula başladığı ilk yıl, ablası 5. sınıftaydı ve bir sene boyunca öğle aralarında eve gelip annelerinin bıraktığı yemeği ısıtıp yiyorlardı..ablanın sorunluluğunda ki her küçük kardeş gibi pervasız ve dalgın bir yapıya sahipti kahramanımız...ablasının karakterine olabildiğince zıt bir kişiliğe sahip olan küçük, aslında % 82 tek çocuk psikolojisiyle de büyüdüğü için, kendi kendine yetebilme potansiyeline sonradan sahip olacaktı..yine de severdi ablasını..ocakta yemeleri için bırakılan pırasayı beğenmedikleri için ablasının hayatında yaptığı ilk sahanda yumurtanın hayatında yediği en lezzetli sahanda yumurta olduğunu 22 yaşında dahi dile getirecektir mesela..belki de ortak bir suç işlemenin, ortak duygulara sahip olmanın eşsiz saniyelerini çok az yaşayabildiği içindir...bir sene sonra ablası anadolu lisesine transfer olmuş, öğlen yemeklerine tek başına gitme sorumluluğuna 2. sınıfta sahip olmak zorunda kalmıştı...evde geçireceği ilk öğlen babası eve gelicek ve ona talimatlar vericekti..en azından ona öyle denmişti ama babası insanları korumakla çok meşgul olduğu için geç kalmıştı..eve girdiğinde kimseyi bulamayan küçük kahramanımız, evde yankılanan "babaaa!.." seslerine yanıt alamayınca , izlediği tüm korku ve şiddet filmlerinin sahnelerini istememsizce hatırlayarak, ağlamıştır...(evet o zaman akıllı işaretler yoktur televizyonlarda ve özel kanallar tavşanlar gibi üremektedir..)
balkona çıktığında babasını arabadan inerken görmüş ve bu sefer rahatlamaktan dolayı gözyaşlarına boğulmuştur..babası eve gelince ona sarılmış ve dolma ısıtmıştır...tahmin edildiği gibi dolma bundan sonra en sevdiği yemek olacaktır...(başa gelen iyi ve kötü olayları yemeklerle bağdaştırmak gibi garip bir huyu vardır..) ertesi gün evde tek başına yemek yemek çok da anormal gelmemeye başlar..sonra ki haftalar evde tek başına olduğu için evin ona yasak olan her çekmecesini, her dolabını açabileceği gerçeğini sonuna kadar sömürdüğünü fark eder ve yapıcak bişey bulamaz..hemen akabinde kafasında parlayan arkadaşlarını davet edip evde oyun oynama fikrini hiç vakit kaybetmeden uygulamaya koyar...yatak odasında ki yatak zıplanmaktan dolayı bozulur...anne ve babanın giysi dolapları, saklambaç oyununun gözde mekanı olduğu için kıyafetler alt üst olur..her dakika cennetten bir saat gibi geçer..hatta bir öğlen oyun o kadar zevklidir ki saate bile bakmazlar ve hayatlarında ilk defa bir dersi, bilinçli olmasa dahi asarlar..saati fark edip okula gittiklerinde bir ders çoktan bitmiştir...bahçede arkadaşlarının " sıçtınız...hoca çok kızdı..okuldan atılcanız..." konseptli zebil konuşmalarına maruz kalan öğrenciler, belki de ders asma olayına ilkoul 2 de başlamanın tehlikelerini bilen öğretmen ve müdür tarafından sonra ki ders tahtaya dizilirler...bir suçlu aranıyordur...kahramanımız yutkunur..fikir sahibi o olduğu için sorumluluk altında ezilmeyi tecrübe eder..ayrıca öne çıkmayı ve suçu kabullenip üstlenmeyi de öğrenir ki, başarılı bir öğrenci olduğu için çok da zılgıt yemez..olanlardan ders çıkarmaya daha bir 10 yıl olduğu için bu olay kimseyi dizginlemez.."istediğini yapma ve sonucuna katlanma" ilkokula giden bir çocukiçin çokta alışık olduğu duygular değildir..korumacı yapıya sahip her türk ailesinde olduğu gibi, oyun oynarken terlemek bile yasaktır zira...özgürlük küçük kızın tutkusu olur birden bire...ona aktarılanlar sadece doğru ve yanlışlar olduğu için, kendi doğru ve yanlışlarını bulmak ister..(bembeyaz olan bir uçtan gençliğin kavak yelleri sayesinde savrulduğu zaman, o meşhur gri metaforuyla o da elbet tanışacaktır..hayatın çan eğrisinde ortada durmak yerinde, her zaman aydınlık tarafa meyilli, karanlıktan korkan açık gri yaşamının hikayesini ilerki yazılarda hep birlikte görücez)

.....

kahraman baba sigara içiyordur ve küçük kız sigaranın kokusunu hiç sevmez..ayrıca zararlı olduğu bu kadar dile getirilen bir şeyi babasının neden içtiğini bir türlü anlayamaz...sigara baba ağzındayken sigarayı keser, sigara paketlerini saklar ve yerini söylemez...zaman geçtikçe artık babası küçük kızdan korkar ve paketleri saklamaya çalişir...heyhaaat...küçük kıza hiç bir numara sökmemektedir...yeri gelir baba küçük kıza kızmaya çalişir ama yaptığı şeyin savunulacak bir tarafı yoktur...küçük kızına sigarayı teşvik etmek istememekle, sigara içme arzusu arasında sıkışıp kalır...tabi bir de işin maddi yönü vardır...bir gün kızına "sigara değil bu kızım, parlament!parlament!" diye isyan eder...ama kız acımasızdır...zararlı olan bu şeyi bu kadar isteyen babasına anlam vermek ister.. bir fikir düşer kafasına...


...öğleden sonra laboratuar dersi...mikroskoptan hücreler incelenicek ilk defa...küçücük bir şeyi görebilme olasılığı heyecanlandırıyor kızları..öğretmen lam lamel olayını ayarlamaya çalişirken sınıfa ağız içinden deri örneği alarak kendi hücrelerini görebileceklerini anlatıyor..sınıfta bir uğultu..kızların yüzünde kocaman gülümsemeler...kahramanımız yeni bir şeyi deneyimlemek üzere olmanın verdiği sevinçle kıpır kıpır...sınıfın neşesi öğretmene de geçmiş olacak ki gülümseyerek "eğer sigara falan içiyosanız burdan anlayabiliriz yani..kıhkıhkıh" der..
4 kızın yüzündeki gülümsemeler donar bir anda...birbirlerine bakarlar...babası içmesin diye sakladığı sigaraları evde arkadaşlarıyla içmekten zerre endişe duymayan küçük kız, endişeye boğulur, nefes alamaz...ve yutkunur.


not: o kız benim...